This is a Turkish translation of "Sex, Flies and Videotape: the secret lives of Harun Yahya" by Halil Arda, which appeared in the September/October 2009 issue of New Humanist.

Amerika’da yükselen ideolojik bir dalgadir Hıristiyan yaratılışcılığı. Bu hareketin mensupları, bilimsel gerçeklere ve “militan” olarak adlandırdıkları tanrıtanımazlığa karşı saldırmaktadır. Ancak bilim inkarcıları, Hıristiyan dünyası ile sınırlı değil. Yaratılış düşüncesi ve evrim karşıtlığı bir süredir Müslümanlar arasında da yayılmaktadır. Hem de sayısız web sitesinde ve de “Evrim Kandırmacası“ ya da “Darwinizmin Karanlık Yüzü“ gibi başlıkları olan onlarca kitapta.

Richard Dawkins bile “The Times“ gazetesinde yayımlanan yeni bir söyleşisinde bu yeni olgunun etkisini kabul ediyor: “Okullarda evrim kuramının öğretilmesine karşı çıkanlar giderek artıyor, en çok da Müslüman öğrenciler evrim karşıtlığını destekliyor.”

Bu yeni hareketin baş aktörü, “Kuran biliminin evrim palavrasına” karşı üstünlüğünü kanıtlama heveslilerinin çokça göndermede bulundukları, her daim hazır “uzman” Harun Yahya’dan başkası değildir.

Faaliyetlerini İstanbul’da sürdüren Harun Yahya, Bilimsel Araştırmalar Vakfı adlı etkileyici bir yayın imparatorluğunun kurucusudur. Bu vakıf Yahya’ya atfedilen yazıları yaymakta ve altmışı aşkın web sitesinde Türkçe, İngilizce, Rusça, Arapça ve hatta Amharice gibi çok da fazla yaygın olmayan Afrika dilleri de dahil, on beş dilde belgesel film ve konuşma yayımlamakta. Ayrıca, vakfın yılda yarım milyonluk bir kitap üretimi de olduğu tahmin edilmektedir. Bu kitapların en önemlisi, dünyanın dört köşesinde onlarca üniversiteye, kütüphaneye ve – Richard Dawkins de dahil – önde gelen bilim insanlarına bedelsiz gönderilen, 850 sayfa ve iki ciltten oluşan Yaratılış Atlasıdır. Kitap büyük bir özenle hazırlanmış. Göz alıcı bır fotoğraf, grafik ve istatistik kalabalığının arasında eğreti duran, bütünlüğünden kopartılmış Kuran ayetleri... İç tutarlılığından tamamen yoksun olsa da bu Atlas Darwin’in her açıdan haksız olduğunu, her hayvan ve bitkinin şimdiki haliyle yaratıldığını ve doğal ayıklama yoluyla hiçbir evrimden geçmediğini kanıtlamaya çalışıyor.

Harun Yahya, ya da Türkiye’de daha yaygın adı ile Adnan Oktar, evrim kuramının doğru olduğunu kanıtlayacak bir “değişim fosili” – yani bugün yaygın olan bir türün evrimin önceki aşamalarındaki şeklini – getirecek herkese yüklü bir ödül vereceğini de açıklıyor. Ne var ki, bu tür ara fosillerin varlığı defalarca kanıtlanmıştır. Bu nedenle de Dawkins Yaratılış Atlasını alaya alıp kendi web sitesinde Harun Yahya’yı şarlatanlıkla suçlamış, Yahya da emrindeki avukat ordusunu kullanarak Dawkins’e hakaret davası açmıştı. Sonunda da web sitesini Türkiye’de erişime kapattırmayı başarmıştır. Bu dava, Türk mahkemelerinde açtığı binlerce davadan sadece biridir.

Yahya’nın safsataları bilimsel dayanaklardan tamamen yoksun, bu konuda aklı selim kimsenin şüphesi yok. Ancak düşünceleri yine de bazı çevrelerde ilgi görüyor. Avrupa ve Amerika’nın özellikle de Müslüman ülkelerine karşı izlediği siyasete karşı olup, yaşadıkları memleketlere yabancılaşmış olanlar, Avrupa materyalizmi ile çelişkiye düşenler için Yahya önemli bir referans noktası olur. Türk siyaseti üzerine nüfuz kurar, Suudi Arabistan ve Dubai’da kurulan kitap fuarlarında Arap destekçileri edinir. Bu arada onunla söyleşi yapmak isteyen her gazetecinin masraflarını karşılayarak, her istendiğinde radyo ve televizyona çıkarak batı medyası için büyüleyici bir kişi olmayı da başarır. Son dönemlerde Irish Times gazetesine, American National Public Radio’ya, Radio America’da Gordon Liddy’ye, Amerikan bilim dergisi Seed’e ve hatta Skeptic (“Şüpheci”) dergisine mülâkat verir. Batı’daki çoğu yayın Yahya’nın iddialarıya alay ederken, Yahya yine de bu yayınları artan etkisinin kanıtı olarak kendi web sitesinde yer verir.

Ne yazık ki İslam dünyasında onun safsatalarını ciddiye alanlar daha çoktur.. Mısır ve Bosna’nın günlük gazetelerinden El-Cezire ve İran destekli Press TV gibi etkin uydu televizyonlarına, Avrupa’daki Radio Ummah ve Radio Ramadan gibi küçük radyolara kadar Harun Yahya vardır: Bilimsel inanılırlık görüntüsü, kitlelerin nabzına göre şerbet vermek, Batı materyalizminin eleştirisi ve “Darwin’ci Diktatörlüğün” yıkılacağı müjdesi... Bütün bunlar Harun Yahya’nın savlarının batıdan hayal kırıklığına uğratılmış bir izleyici topluluğu tarafından heyecanla benimsenmesini sağlar. Amerikalı gazeteci Nathan Schneider’in belirttiği gibi, Yahya’nın mesajını sadece bilimsel içerik açısından değerlendirmek hedefin gözden kaçmasına neden olacaktır: “bilimsel alanda okur yazar olmayanlar için Yahya’nın gücü kurtuluş vizyonunda yatıyor.”

Ancak Harun Yahya sadece Müslüman köktendincilerden ya da batıya eleştirel bakanlardan destek görmüyor. Islamcı şiddetin karşısında yer alması nedeniyle muhafazakar Amerikan siyasetçileri ve hatta İsrail karşıtı aşırı Ortodoks Sanhedrin hahamları da Harun Yahya ile iyi ilişkiler içindedir. Bunun ötesinde artık insanın hayal gücünü iyice zorlayan yeni bir Türk-İslam dünyası projesi peşinde koşuyor. Türkiye’nin önderliğinde Doğu Rusya’dan Batı Nijerya’ya kadar dünyayı kuşaklayacak bu yeni ülke hezeyanı, Osmanlının hiçbir zaman ulaşmadığı bir coğrafyaya yayılıyor.

Peki ama Yahya’nın mesajlarını tutkuyla benimseyenlerden kaçı onun aslında tanısı konmuş bir şizofren olduğunu ve 2008 yılında suç amaçlı örgüt kurmaktan hüküm giydiğini bilir? Yargıtay’a yaptığı son başvurunun reddedilmesi halinde, üç yıl hapis yatacağı kesin bir suçlu olduğunu?

Bu adam, hayatın kökenleri ve İslam dünyasıyla Batı arasındaki ilişkilerin geleceği gibi küresel tartışmalarda rol alabilecek statüyü ve malî kaynakları nereden kazanmıştır? Bu sorunun cevabını aramak için son birkaç ay süresinde (masrafları kendi cebimden karşılayarak!) birçok kez İstanbul’a gittim, grubun eski üyeleriyle konuştum, Yahya’nın şaşırtıcı hayatını izleyen gazetecilerle, siyasal yorumcularla tanıştım ve hedefindeki kişileri savunan hukukçularla sohbet ettim. Karşıtlarının ve yanından ayrılanların son yıllarda sıkça yüz yüze kaldıkları, eski müritlerinden birinin “hukuk terörü” olarak adlandırdığı dava sağanağı korkusuyla, konuştuklarımın büyük çoğunluğu benimle adlarının saklı kalması koşuluyla görüştü.

Harun Yahya’nın önlenemz yükselişi

Temmuz 2009’da İstanbul’a vardığımda, Yahya Yargıtay başvurusunun sonucunu bekliyordu. Şık ve pahalı ama birbirinin aynı giysilere bürünmüş, gözlerini güneş gözlükleri ardına saklamış genç erkek ve kadınlardan ördüğü etten duvar ile Kanyon ve İstinye Park gibi seçkin alışveriş merkezlerinde göründüğünü duydum. Ortalarında Yahya artık alameti farikası olmuş görünümüyle – özenle kırpılmış sakalı, beyaz keten takım elbisesi ve pahalı güneş gözlükleri – sanki etki ve nüfuz sahibi ciddi bir adam izlenimini bırakıyor. Ancak tabii konu Harun Yahya olunca hiç bir şey göründüğü gibi değil gerçekten. Yalanlardan, yarı-gerçeklerden ve şehvet dolu fantazilerden örülü bü dünya’ın gerçeklerine ulaşalım.

Hem de adından başlayarak: Harun Yahya bu adı daha çok Türkiye dışı faaliyetleri için kullanıyor. Gerçek ismi ise Adnan Oktar, Türkiye kamuoyu ise onu daha çok Adnan Hoca olarak tanıyor. Yandaşları içinse, o Adnan Abi’dir. 1956 yılında Ankara’da doğan Oktar, yetmişli yılların sonunda da iç mimarlık eğitimi için İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisine başlar. Eğitimi süresinde ünlü İslam alimi Said-i Nursi’den, özellikle de onun İslam mistisizmini bilimsel bir söylemle ilişkilendiren görüşünden etkilenir. Ancak gerçekten de İslami bir fikir dünyası içinde hareket eden ve Türkiye Müslümanları arasında önemli bir konuma sahip olan Said-i Nursi’den ve İslam anlayışından hızla uzaklaşır.

Adnan Oktar’ın Türkiye’nin gündemine oturması, 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan şiddet ve baskı dönemine rastlar. Türkiye dışta Soğuk Savaş siyasetinin, içte sosyalist hareketin ve aşırı milliyetçilerin çatışmalarının tehdidini hissettiği siyasal ve kültürel bir buhran geçirmektedir. Değişen konjonktürde artık yeni bir oyuncuya ihtiyaç vardır: Sahne, hem çağdaş, hem Türk, hem Müslüman olan, askerler tarafından dayatılan Türk-Islam sentezini hayata geçirecek bir aktöre hazırdır. Sahneye adım atan Adnan Oktar’ın elinde ilk kitabı vardır: Yahudi ve masonları yeni ve güçlü bir Türk-İslam ülkesinin önündeki engeller olarak gösteren, Siyon Bilgeleri Protokolü benzeri anti-Semitizm klişelerinin makyajlanmış bir örneği olan Yahudilik ve Masonlar. “Türkiye’de Yahudilerin ve Masonların başlıca görevi,” der Oktar, “Türk halkının ruhani, dini ve ahlaki değerlerini erozyona uğratmak ve onları birer hayvana döndürmektir.”

Oktar kitabın yayınlanmasından sonra laiklik ilkesine karşı gelerek dinî devrim propagandası yapmakla suçlanıp tutuklanır. Resmen hüküm giymese de, 19 ay hapis yatar. Bu 19 ayı önce hapishane revirinde geçirir, oradan da Bakırköy Ruh Hastalıkları Hastanesine sevk edilir. Obsesif-kompülsif kişilik bozukluğu ve şizofreni tanısı artık dosyalarına kaydedilmiştir. Buna rağmen, 1986 yılında Oktar’la aynı dönemde hapse giren eski yandaşlarından yazar Edip Yüksel gibileri Oktar’ın askerlik hizmetinden ve cezaî yaptırımlardan yakasını kurtulmak için ‘deli rolü’ yaptığı görüşündedir. “Tarihin garip bir cilvesi,” der Yüksel, “çünkü gerçekten de ruh hastasıydı, halüsinasyonları vardı.” Yüksel’e göre Oktar aslında Şii inancının müjdelediği Mehdi olduğuna daha o dönemlerde inanmıştır.

Oktar bir yandan kitapları sayesinde kamuoyunda yer edinirken, diğer taraftan sahne gerisinde asıl işini sürdürür ve çarpık görüşlerine bağlı bir mürit topluluğu oluşturur. En ateşli karşıtlarının bile kabul ettiği yadsınamaz karizmasını manipülasyon yeteneğiyle harmanlayarak bir tarikat kurarken, bu yolda Charles Manson ve Jim Jones gibi Mesih’vari guruların yöntemlerini uygular. Özellikle Moon, Bhagwan Shree Rajneesh ve Scientology stratejilerini taklit ederek varlıklı ve eğitimli, ancak buhranlı gençleri kendine çeker, sahip oldukları mal ve mülkleri tarikata bırakmalarını buyurur, katı hiyerarşi ve ceza kurallarını şiddetle kullanır.

Bütün tarikatlarda olduğu gibi, burada da yanıtı zor bir soru vardır: Genç, eğitimli ve varlıklı insanlar için Adnan Hoca gibi bir adamı çekici kılan nedir? Bir zamanlar Oktar’ın müridi olmuş Dilek bu konuya ışık tutuyor. Şimdi otuzlarının sonunda, güler yüzlü bir işkadını olan Dilek, cemaat ile erkek arkadaşı üzerinden tanışmış. Oktar’la nasıl tanıştığını, nasıl Bakırköy Hastanesine, ziyaretine gittiğini anlattı bana: “İnsanı korkutan, ürkütücü biriyle karşılaşmayı bekliyordum. Tam tersi oldu. Uzun boylu, pembe yanaklı, mavi gözlüydü. Durmadan gülümsüyordu, sevgi doluydu.” Dilek’in kendisini Adnan Hoca’ya kaptırması uzun sürmeyecekti.

Oktar serbest kalınca İstanbul’un seçkin mahallelerindeki özel konutlarda ve kafelerde toplantılar düzenlemeye başlar. Bu toplantılara tartışıp dua etmek için katılan güzel ve zengin gençlerin sayısı giderek artar. Dilek kısa süre sonra başını örter, ancak yeni dinî bağlılığını açığa vurmamak için, örtünmeyi sadece evin dışında uygular. Gruptaki bütün arkadaşları pahalı özel okulları bitirmiş, yabancı dilde eğitim almış, varlıklı ve kimileri ünlü ailelerin çocuklarıdır. Başlangıçta, tartışmalar genellikle Oktar’ın Yahudi komplosu merakına yöneliktir. “Yahudilere ve Masonlara karşı insanın kanını donduracak bir nefret vardı orda,” diyor Dilek. “Yahudiler dünyayı mahvediyordu, bizlerse onlarla savaşan iyi Müslümanlardık.”

Böylesi “bilinçlendirme” toplantıları ve tartışma grupları siyasal İslam’ın kitleleri harekete geçirme sürecinin ayrılmaz parçasıdır hiç şüphesiz. Ne var ki Oktar ve çevresi, kısa bir süre içinde siyasal İslam çizgisinden, hatta İslam’ın geleneklerinden bile ayrılılırlar. Dilek, “Adnan Hoca birden Hz. Muhammet’in hadisleri ve sünnetiyle ilgili tüm gelenekleri reddedip tek referans noktasının Kuran olacağını karar verdi bir gün,” diyor. “O günden sonra vakit namazlarını beşten üçe indirdi, kadınların örtünmemesine gerek olmadığına karar verdi. Bizlere Mehdi’nin Türkiye’den çıkacağını ve yanında gençlerden bir orduyla geleceğini söylerdi. Kendisinin Mehdi olduğunu ima etmedi; ama bizler yine de Mehdi olduğuna inanıyorduk.”

Oktar seksenli ve doksanlı yıllar boyunca cemaatini genişletir. Müritleri özellikle Marmara denizine nazır yazlık beldelerinde faaliyet gösterir. Seksenli yıllarda yaz tatillerinin çoğunu ailesinin Silivri’deki yazlığında geçiren bir arkadaşım, Oktar müritlerini çok canlı bir şekilde hatırlıyordu: “Oralarda daireler satın alıp güzel kızları, yakışıklı erkekleri hedeflerlerdi. Erkekler hakikaten de yakışıklıydı, kızları kolayca etkileyecek tiplerdi. Bence, işe erkeklerle başlamalarının nedeni de buydu. Kızlar tarikata girince, eskisi gibi seksi giyinmeleri mümkün olmuyordu. Oysa erkekler için kurallar çok daha esnekti, onlar yeni aday bulmayı sürdürebiliyordu.”

Tarikatın iç yapısı: Cinsel istismar, ruhsal kölelik ve garip bir İslam yorumu

Bu yıllarda, grup içindeki sosyal örgütlenme giderek katı bir hiyerarşiye döner ve böylesi tarikatlarda sıkça rastlandığı gibi, cinsel ilişkiler sıkı biçimde denetlenirken, sözde Mesih başkalarına tanınmayan cinsel haklardan yararlanır. Oktar’ın bütün kadın müritlerini kendi malı olarak gördüğünü biliyoruz. Uzun bir müritlik döneminden sonra, tarikatten ayrılan Berk bu değişik rolleri şöyle anlatıyor: “Bir tarafta bacılar ve cariyeler vardı, diğer tarafta da kardeşler, yani erkekler. Kardeşlerin cariyelerle evlenmesine izin verilirdi, ama bacıların hepsi Adnan Hoca’nın malıydı.” Kuşkusuz, sözü edilen evlilikler yasal anlamda geçerli olmasa da, cemaatın kendi anlayışına göre meşrudur. Scientology tarikatında olduğu gibi, disiplin küçük düşürme, atılma tehdidi ve fiziksel şiddetle sağlanır. Berk, Oktar’ın bacıları dövdüğünü bizzat bildiğini dile getiriyor.

Oktar giyimde, davranışta ve hatta ev döşemede aynılığı zorunlu kılar. “Herkes aynı olmak zorundadır,” diyor Berk. “Saç kesimi, ayakkabılar, ceketler. Versace ya da Gucci gibi en pahalı markaları giymeli ve herşey tamamen onun isteklerine uygun olmalı. Müşterek evlerimiz bile onun zevkine göre döşenmeliydi. Ağır antikalar, altın yaldızlar, koyu renk ahşap mobilyalar.” Müşterek evlere yerleştirilen video kameraları Oktar’a hem müritlerini, hem de tarikat çevresindekileri denetleme imkânı verir. Son dasaının iddianamesinde açıkça belirtildiği gibi, genç kızlar cemaate alınma vaadiyle seks partilerine davet edilir, daha sonra cemaatin mali ve siyasal çıkarları için dayandığı etkili ve yetkili kişilerle ilişkiye zorlanır. Böylesi ilişkiler kaydedilir ve söz konusu kişileri cemaat yararına çalışmaya razı etmek için şantaj malzemesi olarak kullanılır. Duruşmalarda tanık olarak ifade veren Tuğçe Doras ve Seçkin Piriler adlı mankenler tarikat üyelerince nasıl “seks kölesi” olarak kullanıldıklarını, Oktar ve müritlerince oral seks ve benzeri ilişkilere nasıl zorlandıklarını ayrıntılarıyla anlatır. Bu anlatımlar, Türk medyasında da zikredilmiştir.

Kuralları ne denli tuhaf olursa olsun, Oktar yapılanlara Kuran ve İslam referanslarıyla meşru bir görüntü vermeyi başarır. Cariyeliği haklı göstermek için herhalde Osmanlı haremlerine örnek alır, gençlerin aileleriyle bağlarını koparmaları için Kuran’dan ayetler öne sürer. Oktar’a karşı açılan bazı davalara katılan bir hukukçunun sözleriyle, “Oktar’a göre, anne baba sevgisi Allah’a şirk koşmaktır. Anne ve baba çocukları yetiştimekle yükümlüdür. Çocuk yetişkinliğe erince, görevleri sona erer. Eğer anne ve baba da tarikata katılırsa, o zaman mürit muamelesi görürler. Eğer ‘kâfir’ kalırlarsa, o zaman düşman sayılırlar.” Oysa din bilginlerine göre bu tür bir yorumun, anne baba sevgisine düşmalığının İslamiyet’in esaslarıyla bağdaştırılması mümkün değildir.

Müritler aileleriyle olan ilişkilerini keserken, cemaat ailelerin mali ve sosyal imkânlarından yararlanmayı sürdürür. İddianame, müritlerin anne babalarının banka hesaplarını yağmalamaları ve varlıklarını satmaları için nasıl yönlendirildiğini göstermektedir.

Refah’ın açtığı kapı: Türkiye siyasetinde Adnan Hocacılar

1994 yerel seçimleri Oktar’a beklemediği bir fırsat sunar. Günümüzdeki iktidar partisi AKP’nin selefi İslamcı Refah Partisi İstanbul ve Ankara’da belediye seçimlerini kazanır. Ne var ki İslamcı başkanlar (günümüzün başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da o dönemde İstanbul’a belediye başkanı olarak seçilmiştir) etkin yönetim için gerekli deneyimden, sosyal ve ekonomik ilişki ağından yoksundur ve bu nedenle hem maddi imkânları geniş, hem de mütedeyyin bir Müslüman kimliğine sahip müttefiklere gerek duyarlar. Oktar kolay kolay rastlanmayacak bu fırsatı kaçırmamak istemez ve gerekli imaj yenilemesi yapar.

Adnan Oktar’ı eleştiren ve bu yüzden onlarca hakaret davasıyla uğraşmak zorunda kalan köşe yazarı ve gazete editörü Fatih Altaylı, bu durumu Oktar’ın gücünü pekiştirdiği an olarak değerlendirir: “Oktar’ın çevresindeki birçok şirket 1995 ve 1996 yıllarında, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere Refah Partisi elindeki belediyelerle büyük iş anlaşmaları yapar. Grubun toplantılarından birini basan polis, Refah hükümetinin bakanlarından olup, Türkiye’de siyasal İslam’ın başlıca ideologlarından Oğuzhan Asiltürk’ü tutuklar. Gerçekten de tarikat ekonomik gücünü bu yıllarda pekiştirdi, müritlerinden bazıları Dubai’de bile şirketler kurdu.” Kimileri de Türk yatırımcıların izinden Orta Asya’ya gidip, anne ve babalarından zorla aldıkları paralarla işler kurar, kârları Adnan Oktar’a akıtır.

Bir başka askeri müdahale, 1997’de gerçekleştirilen 28 Şubat darbesi, Erbakan hükümetini istifaya zorlar ve Refah Partisinin kapanmasına neden olur. Oktar siyasal nüfuzunu yitirir. Refah dönemindeki sıcak teveccühü AKP hükümeti döneminde göremese de, Adnan Oktar yeniden sahneye çıkmakta gecikmeyecektir.

Yaratılış Atlasından medeniyetler diyaloğuna

Oktar’ın 1990’da kurduğu Bilim ve Araştırma Vakfı 1998 yılında kapsamlı bir Darwinizm karşıtı kampanya başlatır. Türkiye’de Evrim Kandırmacası ve Yaratılış Atlası’nın on binlerce nüshasını dağıtarak Müslüman yaratılışçılığının sözcüsü olmasının yolunu açar.

Ne var ki, bu iki kitabın, ve hatta yazdığını iddia ettiği 150 kitabın gerçekten Oktar tarafından kaleme alınmış olduğu son derece kuşkuludur. O dönemlerde Oktar’ın yakın çevresinde bulunan Berk bu konuyu şöyle aydınlatıyor: “Kitapların yazılmasıyla görevlendirilmiş bir mürit grubu vardır. Bunlar yazacakları her kitap için, başta Amerika Birleşik Devletler olmak üzere yaratılışçı Hıristiyan yazarlarca yayınlanmış birkaç kilit kaynak edinir, sonra da kendi yaratılış yaklaşımlarına uygun bölüm ve paragrafları bire bir kopyalar. Ardından fotoğrafları ekleyip, aralara Kuran’dan ayet, bir kaç tane de yorum eklerler. Bu fikirlerden hiçbiri Oktar’ın kendi fikri değildir.”

11 Eylül saldırısıyla dünya ciddi bir bunalıma girer. Ancak Adnan Hoca, krizden doğan fırsatı hemen sezer ve şiddetli Yahudi düşmanlığını bir kenara bırakarak, Amerika’nın gözüne girmeyi dener: “İslamiyet terörü lanetliyor” adlı makalesi tam da bu amaca hizmet eder. Hatta eski ABD Senatörü Steve Symms ve yedi temsilcinin övgüsünü bile alır: “Türkiye’nin genç nüfusuna yönelik başlıca iyilik kaynağı” olarak tanıtılan Oktar “demokrasiye, ulusal ve ahlâkî değerleri korumaya, hukuku saymaya kararlılığı” nedeniyle de anılır.

Oktar o günden beri dinler arası diyaloğun keskin bir destekleyicisi olur, Faşizm, Yahudi Düşmanlığı ve Soykırımından da sorumlu tuttuğu Darwinizmin yıkıcı etkisine karşı her inançtan insanı bir araya getirmeye çalışır. Ayrıca, Türkiye’nin önderliğinde bütün İslam dünyasına barış getirecek bir “Türk-İslam Birliği”nden bahsetmeye başlar.

Oktar’ın ideolojik ve siyasal görüşlerindeki karışıklık gerçekten de bir inancı bulunmadığı, müritlerin önerdikleri yolu izleyerek ününü arttıracak konulara saldıran bir oportünist olduğu iddiasını doğrular gibidir. Eski bir müridinin bana aktardığı gibi, “Herkes için bir şeyler vardı: Atatürk, namaz, yaratılış ve gerekirse, kokain.”

Sonun başlangıcı mı?

Ancak bütün bunlar bizi yanıltmasın. Adnan Hoca artık eski gücünü yitirmektedir. Lideri yakında büyük olasılıkla hapse düşecek bir tarikat ne kadar dayanabilir?

Doğru, Bilim ve Araştırma Vakfıyla müritleri binlerce dava açmıştır. Bunlardan üç yüzünde davalı Oktar aleyhinde konuştuktan sonra, sahte çıplak fotoğrafları basına dağıtılan eski manken Ebru Şimşek’tir. Oktar’ın müritleri grupla yakın ilişkiye girmiş herkesi zor durumda bırakacak binlerce video çekimi yapmıştır. Savcıları, yargıçları ve avukatları korkutmak için sonu gelmez şikâyet dilekçeleri, fakslanmış ihbarlar, karşıtlarını lekelemek için İslamcı medyada hakaret dolu ilanlar yayımlamışlardır. Özellikle İnternet faaliyetlerinde çok başarılı olmuş, düşmanlarını küçük düşürmek için sayısız web sitesi kurmuşlardır, bir yandan da onları eleştiren siteleri susturmak için Türk mahkemelerini yanıltmışlardır: Dawkins’in web sitesi kapattırdıkları onlarca siteden sadece biridir. “Birkaç yüz kişi olabilirler,” diyor bir avukat bana, “ama verdikleri zararın haddi hesabı yok. Müritlerin ailelerine, yargı sistemine ve Türk siyasetine verdikleri zarar korkutucu.”

Bütün bu saldırılara ve yargı sistemdeki bazı zaaflara rağmen, Adnan Oktar grubunun kurbanlarını savunan yürekli avukatlar, müvekillerine karşı açılan bütün davaları kazandılar. Raporlara göre, cemaatin ortaklıkları son zamanda ciddi bir başarısızlıkla karşı karşıyalar. Oktar’ın maddi imkânlarında belirli bir daralma söz konusudur.

Ancak grubun batışını hızlandıran daha derin, daha yapısal nedenler de vardır. Seksenli yılların sonunda, cemaat bir kaç bebek doğurmuştur. Bundan sonradır ki (babalarının Oktar olup olmadığı açık değildir), Oktar hamileliğe yol açacak cinsel ilişkileri yasaklamış ve müritlerinin cinsel hayatını oral ve anal ilişkiyle sınırlandırmıştır. O günden beri, yeni bebek de doğmamıştır. Söylentiler Oktar’ın yeni mürit kaynağının da aynı hızla kuruduğu yönündedir.

Peki, bütün bu delilikten geriye kalan nedir? Şevki kırılmış, kişilikleri zedelenmiş bireylerden oluşan içine kapanık bir cemaat. Bütün eski müritler gibi karalama kampanyalarına maruz bırakılmış Berk, bu kırılma durumunu açıklarken herşeye rağmen eski yoldaşlarına anlayış gösteriyor: “Bu insanlar, sahip oldukları her şeyi elden çıkardılar, bunu anlamak gerek. Anne babalarına ait olanları, evleri, arabaları sattılar. Ellerinde hiçbir şey kalmadı. Çoğu mürit bugün otuzlarının sonunda, kırkların başında. Ailelerini ve arkadaşlarını yitirdiler, insanlarla ilişki kurma yeteneklerini kaybettiler. Bildikleri tek şey, Adnan’ın İslam’ı çarpıtan sapkın düşüncelerini yaymak.”

Bu yalnızlığa gruptan birkaç yıl önce ayrılan Dilek de değiniyor; Kendisi tarikatın kontrolünden kurtulmuş olsada, iki kız kardeşi artık bir daha ayrılmamak üzere Adnan Hocan’nın eline düşmüş. “Kardeşlerim bizi yılda bir, ya da iki kere ziyarete gelir ancak, görüşmeler erkek müritlerin denetiminde yapılır.” Ama artık insanca ilişkiler son bulmuştur. “Sanki Zombi gibi, bakıyorsun, içeride kimse yok.”

Türkiye’nin yerel televizyon ve radyo kanallarında düzenli olarak söyleşi veren ve şeklen iyi bir Müslüman gibş görünen Adnan Oktar Türkiye’de bazı çevrelerde ünlü ve itibarlı kişi muamelesi görüyor. Buna karşın Yargıtay’ın yakında Adnan Oktar’ın mahkumiyetini onaması bekleniyor.

Edip Yüksel’in dediği gibi, Oktar insanları manipüle etmekte usta, “kurnaz bir şarlatan” olabilir, ancak bu özellikler Adnan Hoca’nın yükselişini ve nüfuzunu açıklamaya yetmez. Oktar bizim kendi hastalığımızın belirtisidir. George W. Bush’un “Terörle Savaş”ı Oktar’ı İslamcı köktendinciliğinin karşısında güvenilir ve ılımlı bir alternatif gibi gösterdi; inanç konularındaki çekingenliğimiz ve bilgisizliğimiz yüzünden onu Müslüman yaratılışcılığın temsilcisi ve “dinler arası diyalogun” önemli bir aktörü sandık. Üstelik, kafası karışık, batı ülkelerinde kendini dışlanmış his eden birçok Müslüman Oktar’ı bir bilim adamı gibi, ve Islami bir bilim anlayışının temsilcisi olarak görmüştür

Oysa, bilimin Müslüman, Hristiyanı yoktur. Oktar, yükselen dinî duygulardan ustalıkla yararlanarak hepimizi kandıran, insanlara içten içten nefret besleyen, sapkın arzularını dini kötüye kullanarak gerçekleştirmeye çalışmış bir sahtekardır. Sahte zamanların sahte peygamberidir.